GönderenKonu: Gördüklerimi Yazdım  (Okunma sayısı 94 defa)

Komünist

  • Site Yöneticisi
  • İleti: 11
  • Üyelik Tarihi: 26-07-2025
Gördüklerimi Yazdım
Tarih : 18-07-2025 Saat : 22:33

 

ÇOK ACI GEÇTİN 2014

 

 

Bir yılın yorgunluğu yirmi günde nasıl atılır bilemem ama yorgunluğumu atmak için senelik izine ayrılmaya karar verdim. Niyetim İstanbul dışına çıkmadan evde dinlenmek hem de yarım kalan işleri bitirmekti. Masamın üstünde ki dağınıklığı toplamaktı. Arta kalan zamanda kütüphaneyi düzenleyip, daha rahat bulabileceğim şekilde yerli yerine koymaktı niyetim. Yine evde ki hesap çarşıya uymadı. Benim plan alt üst oldu. Yine yorgunluğu atamadık, yarım kalan çalışmaları tamamlayamadık. Kütüphaneyi düzenleyemedim. Her şey olduğu gibi dağınıklığı ile kaldı. Bir sürü üzücü gelişmeler olunca yine bize yol göründü.

        İzinim bayram tatiline dek geldiği için biletleri yirmi gün önceden almıştık. Bayramda bilet bulunmadığı için. Yalnız çocukları bir hafta önceden gönderdim, rahat gitsinler diye bende bir hafta sonra terminale gittim, harekât saatim 23.30’du fakat araç bir türlü gelmiyordu. Saat ilerliyor, zaman tükeniyor derken 04.30 ancak yola çıkabildik. Yani bizim izin terslik içinde başlamıştı. Nasıl bitecekti onu şimdi düşünmek bile istemiyordum. Sadece o an ki yolculuğun biran bitmesini düşünüyordum. Uyku da tutmuyordu gözlerimi, uyuyamıyordum.

     Uykusuz bir gecenin sonunda 11.30 gibi Sungurlu da indim ve tekrar ticari taksiye bindim, köye gitmek için yola koyulduk. Samsun asfaltından köy yoluna döndüğümüzde, taksi kıvrıla, kıvrıla giden köy yolunda ağır, ağır ilerlerken karşımıza yemyeşil bir doğa çıktı. Yol kenarları alabildiğine ağaçlıktı ve hepsi de yeşil yapraklar içindeydi. Sanki bir Karadeniz sahilinde yolculuk yapıyorduk, o kadar yeşildi doğa. Köyümün üç tarafında ki ormanlık yemyeşildi, dallarında kuşlar sevinçle çığlık atıp ötüşüyordu. Çayırlarda hayvanları otlatan çobanların sesleri yükseliyordu güneşin kavurucu sıcağı altında.

      Köy meydanına kadar vardığımızda yeşillikler arasında köyümün evleri ancak görünme


ye başladı. Köyümün içi de ağaçlıktı, dalları yeşildi. Tertemiz bir hava vardı. Bu yeşil örtünün arasında hasat gelmiş mahsuller vardı sararan. Doğanın dayanılmaz yeşilliği onları da kaybediyordu kendi arasında ve ortaya bir renk cümbüşü çıkarıyordu. Âmâ bu kadar güzellik içinde köyümün insanları mutsuzdu ve bu mutsuzluğu hiçbir güç mutluluğa çeviremiy

ordu. Köyümün üstünde ki hüznü kaldırıp sevince dönüştüremiyordu. Ağıtı neşe ile söylenen türküye çeviremiyordu. 2014’ün yarısı köyümde çok acı geçmişti. Gencecik evlatlarını bir, bir toprağa vermişti. Bu acı içinde kimsenin yemyeşil doğayı kucaklayacak, onda zaman geçirecek hali kalmamış. Yeşile bakmıyordu, bakamıyordum. Ne kadar ustanın dediği gibi acıyı balda eylesek acı çeken için yine acıydı, içimize sızı veren, dinmek bilmeyen sancıydı. Acı geçmiyordu sancı dinmiyordu, bayramda bayram gibi geçmiyordu. Sokaklarda bir şeyden habersiz çocuklar dolaşıyordu. Birde bunun yanında mahsul kaldırma telaşı vardı.

      Köyde hava çok sıcaktı ve hummalı bir çalışma vardı. Kimi hasat kaldırıyor kimi de kışlık yiyecek hazırlıyordu o kavurucu sıcağın altında. Geçen yıldan tek farklı olan bu yıl köye hüznün ve acının bir kara bulut gibi çökmüş olmasıydı.

     Beni de yollara düşüren yaşanan bu acılar değil miydi? Masamın üzerinde tamamlanmayı bekleyen çalışmaları öylece bırakmam, yollara düşmem dostların aniden bu dünyadan göçleri değil miydi? O kadar çok insan göç etmişti ki çoğu gencecikti daha, ömürlerinin baharında, acıların acısı değil miydi? Geride kalanlar içinde.

      Bu sene hüzün hâkimdi köyüme, dağlarına, tepelerine, kurduna kuşuna, gece gündüz sessiz sedasız akan pınarlarına, her yerine bir hüzün çökmüştü. Akşamları esen rüzgâr bile ağıtımsı esiyordu, kimse konuşmuyor, susuyordu. San ki bu benim köyüm değildi. Geceleri köpekler bile eskisi gibi havlamıyordu. Horozlar sabahın oluşunu muştulamıyordu. Pınarlardan sular bile eskisi gibi çağlayıp akmıyordu. Kimse öbürünün yüzüne gülümseyerek bakmıyordu. Akşamları sokaklarda kimse oyun oynamıyor, bağırarak konuşmuyor, kâh kaha ile gülmüyordu.

    Bayramın ikinci günü Ankaralılar gelmişti. Zeynel yoktu içlerinde, o kısacık boylu siyah palabıyıklı, gözlerinin içi gülen adam yoktu. En son bir yıl önce Ankara da görüşmüştük kadeh kaldırmıştık yıllar öncesi gibi. Ama şimdi yoktu. Bir daha gelmeyecek dediler. Gözlerim doldu, cevap veremedim. Nere gitti, nasıl gitti diyemedim. Aynı yaşıttık Zeynel ile neden acele etti onu da anlamadım, erkenden çıktı bu geri dönülmeyen yolculuğa. Sadece ölüm adın kalleş olsun, yine kalleşliğini yaptın dedim. Başka bir şey diyemedim. Gözlerim nemlendi, sözcükler boğazımda düğümlendi, konuşamadım.

     Dedim ya, bayram diye, o nedenle köy kalabalıktı. Dışarda olanların çoğu gelmişti köye, İzmir deklerde gelmişti. Köy dolup taşıyordu, fakat uzun süredir göremediğim, o güzel insan, gülünce yüzünde güller açan Mamık ağabey yoktu. Onun yokluğu beni çok üzmüştü, köylüyü de çok üzmüştü, genç ölüm acı ölümdü, kalleş ölümdü. Daha Ethem’in acısı geçmeden neydi bu acılar, neydi bu genç ölümler Ethem’i bir kahbe kurşun almıştı aramızdan Mamık ağabeyde onun kadar kahbe ve amansız bir kanser ayırmıştı bizden. Ölüm adın kalleş olsun diye boşa dememiş usta, ölüm adın kalleş, ölüm adın kahbe, ölüm adın ne senin?

       Bayramın üçüncü günü, sabah biraz erken kalktım. Laptopta yarım çalışmaları gözden geçirmek için, fakat İstanbul da ki çalışma masamın üzerinin dağınıklığı gibi laptopun masa üstü de öyle dağılmış ki içinden çıkmak birkaç saatımı alır.  Ne çok yarım kalmış dosya vardı. Ne zaman bitecekti bunlar, doğrusu kestiremiyordum da. Kendimi tam oraya vermiştim evin önü harmana bir araba geldi. İçinden çıkan musahip kardeşim Cafer’di, kalktım yanına indim birbirimize sarıldık ikimizin de gözleri nemlendi, yakın zamanda annesini kaybetmişti. Beni bu izinde en fazlada buydu yollara düşüren, planlarımı değiştiren, cenazesine gidememiştim haberim olmadığından baş sağlığına gitmeliydim.

         Bu zaman dilimi içerisinde herkes kalkmıştı. Kahvaltımızı yaptık ve Çorum’a gitmek için yola koyulduk. Güneş iyice yükselmiş yakıcı sıcağını üstümüze gönderiyordu. Kıvrıla, kıvrıla giden köy yolundan çıkıp asfalta ulaştık. Fazla bir araç yoğunluğu yoktu yolda, istediğimiz gibi ilerliyorduk. Yollar önümüzde tükendikçe Çorum’a yaklaşıyorduk. Çorum’un düzenli bir şehir oluşu bana hep çekici gelmişti fakat iş imkânları kısıtlı olması ondan uzaklara savurmuştu. Yılda bir kes görmekte yine iyi geliyordu.

     Sevgili Ozan dostum Cihangiray Şumnu(Ozan Garip) Samsun- Havza da işe başlamıştı. En son telefon ile görüşmemde izin de Çorum da olacağım, sana da uğrayabilirim demiştim. Gelmiş iken uğramadan da gidemezdim. Cafer’e:

        “Havza buraya kaç km”

         Diye sordum. O da bana:

       “90 km” dedi. “Kaç km olduğu sorun mu, gideceksen gideriz dedi.”

      Cafer Cuma günü işten geldikten sonra saat 19 sularında Çorum’dan yola çıktık. Çorum’u çıkarken Cihan ağabeye telefon açıp geldiğimizi haber verdim.

      Geçtiğimiz yerler gerçekten güzel yerlerdi. Ben hem oraları seyrettim hem de resimlerini çektim. Bu gelişmeler arasında güneşte batmaya hazırlanırken o kızıllığı kendini olanca heybeti ile ortaya koymuştu.

       Bir müddet sonra güneşin o kızıllığı kayboldu, ay kendini göstermeye başladı. Arabamız yolda akıp giderken yolun her iki tarafında da gözüme takılan hasat mevsiminin olanca hızı ile devam etmesi idi. Çünkü her tarlada en az iki döver biçer ışığını etrafına saçarak başakların tanesini saplarından ayırıyordu. Fakat bizim ülkemizde çiftçinin mahsulü para etmiyordu. Hiçbir zaman emeğinin karşılığını alamıyorlardı. Çektikleri eziyette cabası idi. Bizim ülkemizde işçiye, emekçiye ve çiftçiye değer vermemek bir devlet politikası haline gelmişti. İnsan emeğinden ucuz bir şey yoktu. Kafama takılan bu ezilen sınıf neden koyun sürüsü idi? Kendini ezen sınıfa ya da yönetenlere başkaldırmazdı? Ama şunu da biliyorum ki bu ülkede böyle bir kalkışmada hiç olmamıştır.

         Bu düşünceler içinde çevreyi seyrederken Merzifon’u çıktığımızın farkına vardım. Ayda ışığını iyice yeryüzüne vermeye başlamıştı. Yarım saat sonrada Havza da idik. Havza’nın merkezinde sevgili dostum Cihan ağabi ve eşi ile buluştuk. Bizi görünce çok mutlu oldular. Gece 00.24’e kadar birlikte zaman geçirdik, Çoruma döndüğümüzde saat 00,1 olmuştu.

        Birkaç saatte olsa dostlarımınan geçen zaman iyi gelmişti. Uzun bir sürenin hasretliğini bir nebze üzerimizden atmıştık. Bir daha ne zaman nerede görüşürdük onu da şimdiden bilemiyordum. Bildiğim bir şey varsa, bunca yaşanan acı olayların ardından iyi geldi diyebileceğim dostlarım ile dostluktan da öte kardeşlerim ile beraber geçirmiş olduğumuz birkaç gündü.

     İznimin memleket faslı bitip Ankara oto garından otobüse bindiğimde yüreğimin başına bir hüzün çökmüş kalkmıyordu. Her yıl böyle oluyor muydu yoksa bu yıl mı oldu anlayamadım. Anladığım bir şey varsa 2014 yıllık iznime hüznün hâkim olması idi. Böyle olacağını İstanbul’dan ayrılmadan anlamıştım. İznimi köyde geçirmemde ki amaçta dostların acılarını paylaşma değil miydi?  Hal böyle olunca da ayrılıklar hüzünlü oluyordu.

    İzin bitmişti ama masamın dağınıklığı, bitmeyi bekleyen yarım kalmış çalışmalar beni bekliyordu. Ağır ve yorucu bir çalışmanın dönüşü akşamında, bir iki saatlik zamanda nasıl olacaktı bilmiyordum.

 

 Sarıgazi

 


Komünist

  • Site Yöneticisi
  • İleti: 11
  • Üyelik Tarihi: 26-07-2025
RE:Gördüklerimi Yazdım
Tarih : 18-07-2025 Saat : 22:51

ÖLÜMÜ BEKLERKEN

 

Ölüm sessizliğinde bir bekleyiş, gecenin üçünden başlayan öyle bir uzun bekleyiş ki sonunun ne olacağı bilinmeyen, sabırları tüketen, yürekleri haşlayan, belki de ölümün bekleyişi, elimiz kolumuz bağlı, yüreklerimiz dağlı sallanıyoruz hep sağlı sollu.

Ama kendimize de hiç toz konduramadık. Birilerimiz Kader dedi topu attı başka bir yere, birilerimiz de isyan ettik kadere sonucuna sonucunu araştırmadan boyun büktük. Allah’tan bildik. Nedense hiç suçu kendimize aramadık. Aramayı da hiç düşünmedik. Çünkü Kendi yaptığımız çürük binaları yıkılırken yine kadere bağladık. Birçoğumuzda binalar uçururken baktık baktık ağladık.. Kimimiz de cana geleceğine mala gelsin diyerek teselli ettik kendimizi.

Gecenin sarsıntısı bitti, gün ışımaya başlıyordu. Ama bir ölüm sessizliği de gidiyordu. Son yolcusunu da Çankırı depreminde uğurladık ama akıllanmadık. Yine Kader dedik kaderciliğe sığındık. Ne biçim kaderse bu gelip gelip hep bizim olur, ama başa iş gelmeyince hemen de unutulur. Aynen Erzincan, Erzurum ve nice depremleri unuttuğumuz gibi en geç 1 yıl sonra da bu depremi unutacağız.

Ölüm sessizliğinde bekleyiş bu gecenin üçünde başlayan ve felaket yolcularının sefere çıktığı saat toprağın çatladığı, ölüm yolcularına kucak açtığı, kimisi kan uykusundan çıktı bu yolculuğa kimisi ayakta kimisi de bu yolda kaldı sakat. Dayısı olan başını sokacak bir yer buldu, olmayan sokakta, devlet babaya ne oldu. İnsanlar soğukta donarken başını sokacak sıcak bir yere muhtaçken kimseler yoktu bu insanların yardımına koşacak.

Her depremde olduğu gibi bu sefer de devlet baba da topu kadere attı. Allah’tan geldi dedi. Kullan ne çare olur. Onlar da topu atlı karlı nasıl kadere, bu nasıl yazgıdır? Bu nasıl kaderdir? Ki toprağı çatlatır. Binaları yıkar. Acımadan cana kıyar, Can yakar da of bile demez. Of bile demez ya! Demez de kurutur kanımızı felç eder bir yanımızı. Kimimiz toprağın altında kimimiz bir beton parçasının altında can veririz. Belki anında belki haftalar sonra, ama devlet baba seyreder bu duruma, senelerce seyrettiği gibi yine seyretti.

Yine seyretti devlet baba! Hep seyreder devlet baba sanki bir dramdır tiyatro sahnesinde ya da bir komedi katılarak güler devlet baba seyrederken. Oyuncular bile gözyaşına tutamaz bu oynanan drama çünkü seyirci devlet babadır katıla katıla güler sahnedeki oynanan drama. Bu trajikomik sahnelere seyrederken ağlamak bir yana gülmelere doyamaz. Kan gitmiş Can gitmiş kimin umurunda, sen yanmışsın ben ağlamışım kimin umurunda. Devlet baba seyirci ise daha çok kan gider can gider. Ama giden hep bizden gider her zaman olduğu gibi.

 

Sarıgazi

01 07 2000

 


Güne merhaba

  • Site Yöneticisi
  • İleti: 14
  • Üyelik Tarihi: 13-07-2025
RE:Gördüklerimi Yazdım
Tarih : 19-07-2025 Saat : 12:09

İNSAN OLMAK BUNA DENİR

 

Sevgili dostum Yusuf Ter ile 2005 sonu 2006 başlarında sanal âlemde yani internet ortamında tanıştım. O zaman yalnızca sohbet etmek için MSN vardı. Akşamları MSN de sohbet etmeye başladık. Daha öncesinde 2 Temmuz mail grubunda şiirlerini okurdum. Şiirlerinden anladığım kadarı ile solcu idi daha da ötesinde sosyalistti. Yine aynı grupta Kemal Türkler ile bir yazı paylaşmıştı. Yazıda yanlışlar ve eksikler çok fazla idi. Yazı ile düşüncelerimi ve yanlış olan yerlerini altına not düşüp kendine gönderdim. Ve o günden sonra dostluğumuz başladı.

 

                    Yusuf Ter, dost olarak ve hümanist bir insan olarak iyi bir insandı. İnsanlığı her şeyin önünde tuttuğu belli oluyordu. İnsanlık ve dostluk onun şiarı olmuştu. Dostum dediği insana yürekten inanır, dostum derken yürekten der ve yüreğini olanca berraklığı ile açar. İçinde bulunup yaşadığımız sistemde böyle candan dostluğa önem veren insan çok azdı. Çünkü bu kapitalist sistem dost olmayı bir yana bırak insan kalmayı bile ortadan kaldırıyordu. Varsa yoksa maddiyat, yani paran fulün, malın mülkün varsa her şeysin, insanlık dışında. Böyle bir sistem içinde Yusuf gibi insanları da bulmak iğne ile kuyu kazmaktı.

 

                    Yusuf ile MSN sohbetlerimiz genelde toplumsal sanat, toplumsal ve başkaldırı yani devrimci şiir üzerine olurdu. Siyasetten soyutlamadan, çünkü yaşamın kendi siyasetti. Onu bir kenara koyamazdık. Yalnız bir nokta bazen kafamı kurcalardı. Siyaset tarzı biraz bana tersti, ama zamanla o yönünü aşacağımızı bekliyordum. Sadece bir kafa karışıklığından ibaretti. Kendini de sıkça bu konuda uyarıyordum. Bu konuda ki bazı olumlu gelişmeleri de gözlemliyordum.

 

                       Yusuf Ter ’in şiire olduğu kadar resmede büyük ilgisi vardı. Çok güzelde resim yapıyordu. Ama en çok hümanist yanı ağırlıktaydı. Bir devrimcinin olmazsa olmazı da hümanist olması idi. İnsan sevgisi, doğa sevgisi, paylaşım duygusu hümanizmin içinde idi. Yusuf Ter de hep bu bilinç içinde insana değer verir, doğayı korur ve kollar paylaşımı felsefesi gereği vaz geçilmez unsurudur.

 

                        Gerçek bir dost, gerçek bir emekçidir Yusuf Ter. Bunların ötesinde o bir duyarlı yürektir.  Halkının acısına, sevincine, duyarlılık gösteren, Halkından yana olup, halkını ezenlere başkaldıran sağlam bir kalem, yiğit bir ozandır.

 

Yusuf Ter ile tanışıp yazdıklarını okuduğumda, Âşık Veysel öldüğünde yazılanlar, yani sözde aydınların yazdıkları aklıma geldi. Bu sözde aydınlar, Âşık Veysel ile birlikte halk şiirinin de öldüğünü yazmışlardı. Halk var olduğu sürece halk şiirinin var olacağını bilmiyorlardı. Yusuf Ter de bu var olan halkın içinden çıkmıştı. Bu tezi başlı başına Âşık İhsani’ nin “Ozan dolu Anadolu” kitabı çürütmüş oluyordu.

 

Yine Sevgili Süleyman Yağız’ın “Yürü Bire Hızır paşa” isimli çalışması Halk şiirinin ölmediğine tanıklık ediyordu.

 

       1973 den 2008 geldiğimiz de yürekli bir ozan kendini gösteriyor. Yani bu sözde aydınların dediği olmamıştı. Halk şiiri yaşıyordu. Hem de halkın yanında halk ile birlikte. Gül bülbül edebiyatı yapmadan. Ekranlarda şov yapan ozanlar, devletin sözcülüğünü üstlenen ozanlar, ırkçılık duygularını ön plana çıkaran ozanların (sözde ozanlar) ekranlarda boy gösterdiği bir dönemde ona yer vermeseler de o ruhunda ve düşüncesinde ki paylaşımcı ve evrensel yanı ile halkı ile bütünleşmeyi, zor şartlar altında da olsa yazdıklarını kitaplaştırmayı başarmış bir ozandır Yusuf Ter.

       Ona duyarlı demiştim, evet, kimsenin cesaret edemediği, kendine halk ozanıyım diyenlerin diline bile alamadığı, Karadeniz de on beşlere, Kızıldere’ye, 6 Mayısın kanlı sabahına, İbrahim Kaypakkaya’ ya ve bütün devrimci şehitlerimize, Maraş’a, Çorum’a, Sivas’a, İstanbul Gaziye, Hırant Dink’e, ağıtlar, türküler yakıyor. Yani bazen Köroğlu oluyor hem bolu Beyine başkaldırıyor kargı kucakta hem dizelerini kavgaya sürüyor sazı elinde. Bazen de Karacaoğlan oluyor kara kızın peşinden koşuyor. Bir yanı da Âşık İhsani gibi baltası elinde haksızların üzerine yürüyor.  Ama o hep halkının yanın da olmayı biliyor. Halk Ozanının kim olduğunu, görevlerinin ne olduğunu iyi biliyor ve şöyle diyor: ”Halk ozanı solcu olmalı, buda yetmez, sosyalist olmalı”  ve bu başlık altında sosyal medyada tartışma bile açmıştı. Çokta ilgi görmüştü.

         Yusuf Ter bu kadar sosyalliğin yanında sevdanın da ozanı idi, yukarda da belirttiğim gibi tam bir Karacaoğlan’dı 21.yüz yılda, her gördüğü güzelliğe ve güzele şiirler yazan. Bunu yaparken de hümanist yanı ile şairlik yanını harmanlıyordu. Bazı sohbetlerimizde bu yönüm ile beni hep eleştirirdi. Neden aşk ve sevda şiirleri yazmıyorsun diye. Sevda şiiri yazdığımda da büyük sevinç duyar en güzel aşk şiirini komünist şairler yazar der ve büyük usta Nazım’ı örnek verirdi. Tabiiki hakkı vardı. Komünist insan hümanist insandı aynı zamanda, sevmeyi ve sevilmeyi bilen, en iyi aşk şiirini de onlar yazardı ve yazmalıydı da. Yusuf dostuma hak veriyordum.

          Yusuf Ter 1970 de Konaklı’nın, İmranlı Köyünde Dünyaya gelen, küçük yaşta babasının işi gereği İsviçre’nin Basel kentine gider. Bu göç esnasında eğitimini de İlkokul dördüncü sınıfta bırakır bir daha okula devam etmez. Fakat İlkokulu bile bitiremeyen Yusuf Ter, boş durmaz, hem çalışır, hem kendini yetiştirir. Sosy

al ve edebi yönde kendini geliştirir. Bu çabası sonunda uzun bir yolda kat eder. Güzel resim yapmayı ve şiir yazmayı bilgi dağarcığına katar. Bunları yaparken de sosyal yönünü geliştirmeyi ihmal etmez, o yönüyle de kendini ifade edecek şekilde geliştirir. Önce kendinin neden yaban ellerde olduğunu araştırır. Sonra Yurdundan uzakta çalışan işçilerimizin durumuna kafa yorar ve sonunda bu sistemin bir oyunu olduğunu anlar. Bu seferde, düzeni sorgulamak için kendini yetiştirmeye başlar ve bunu da başarır. Bu sistemin ne kadar insanlık dışı bir düzen olduğunu da kavrar. Bu esnada kendine yakın gördüğü siyasi çevrelere de sempati duyar. Bununla birlikte felsefeye de ağırlık verir.

          Yusuf Ter, Uzun mesafe kat etmiştir. Bu yolu yürürken de yeni siyasi arkadaşlar edinm

i

ştir. Bunların içinde şair ve ozanlarda vardır. En yakın ilgi ve bilgiyi de şair ve yazar Nihat Behram’dan görür. Ondan ç

ok şey öğrenir. Şiirlerinin konusu, resimlerinin kompozisyonu yeni içerik kazanır. Her ikisinde de işçiyi emekçiyi, ezilen halkı konu eder ve anlatır. Kızıldere’ ye ağıtlar yakar, Deniz’e, Yusuf’a, Hüseyin’e destanlar yazar. Günümüzde bankalardan katrilyonları götürenler ceza almazken onların neden idam edildiklerine kafa yorar, araştırır. Yine karşısına yıkılası bu kara düzenin pisliği çıkar.

         Yusuf Ter. Bu birikimlerini halkla paylaşmak için yazdıklarını dört kitap olarak yayınlar. Halkı uyandırmaya çaba harcar, yılmadan usanmadan, baskılardan, tehditlerden, işkencelerden korkmadan. Çünkü o artık bu yolda bir neferdir. Kitap yayınlamak çok güzel bir olaydı. Aynen bir çocuğun dünyaya gelişi gibi, çünkü kitap da yazar veya şairin çocuğu gibidir. Fakat Yusuf kitapları çıkarırken biraz acele etmişti. Hepsini de bir yıl ara ile yayınlamış. Son kitabında bu kuralı bozduk, arayı biraz açtık. 2009 yılı Temmuz ayında “Ey Renksiz Dünya” kitabını hazırlayıp yayınladık. Sevgili hocamız Haluk Gerger de ön sözünü yazdı. Çok titiz ve kaliteli bir çalışma oldu. Her bir kelimeyi defalarca gözden geçirdik.

 

       Haluk hoca önsözünün son paragrafında şöyle diyordu:” Anadolu’nun o umarsız köyünden gelip de finans-kapitalin merkezinde dünyaya böyle meydan okuma cüretini bir devrimciden başka kim gösterebilir ki...” Sevgili Haluk hoca ne kadar doğru söylüyordu. İsviçre gibi bir yerde yaşayıp da köyünde ki geri kalmışlığı Türkiye de ki sömürüyü, yozlaşmayı ve yobazlığı kendine dert edinsin. Ama bunu Yusuf bu kitabına aldığı her eserinde yapmıştır. Bu kitabı dizgisinden ve baskısından ziyade güzel kılanda bu idi..

           Yusuf Ter ile 2009 yılında birde kolektif çalışma yaptık.(Ozan Garip, Yusuf Ter ve Kul Sefili) Halk şiirinde Emperyalizme Başkaldırı Antolojisini hazırlamıştık. Ondan sonrada ortak çalışmalarımız sanal ortamda devam ediyordu. Dostum Yusuf'un sağlık durumu bozulana kadar.

                2011 yılına geldiğimizde Yusuf’un sağlığı bozulmuş çok fazla internet ortamında görünmüyordu. Günlerini çoğunu hastanede girmeye başlamıştı. Midesinden rahatsızdı, midesinde tümör vardı. İki kes operasyon geçirmiş fakat bir faydasını görmemiş, mide ağrıları dinmemiş. Yine ev ile hastane arasında mekik dokuyordu. Yusuf ‘un bu durumu beni fazlası ile üzüyordu. 2012 yılında oğlu ile İstanbul’a geldi, eski o kilolu halinden eser kalmamış iyice zayıflamış yani çokça kilo vermişti. Aslında tamda ona yakışan ideal kiloya gelmişti. Kendini iyi görmüştüm ama mide ağrılarının devam ettiğini söyledi.

       Yusuf daha mide rahatsızlığını atlatmamıştı ki kafasından da tümör çıktığını yazdı bana, bir an şaşırmıştım, nasıl olur diye. Kafasında ki tümörlerin devamlı çoğaldığından bahsetti. Doktorlar ameliyat etmiyor dedi. Hap ile ve ilaçla işi götürmeye çalışıyordu. Ama sadece günü kurtarıyordu çünkü değişen bir şey yoktu. Dostumun bu hali beni çok üzüyordu. Elimden bir şeyde gelmiyordu, üzülmekten başka. Çok üzülüyordum yakın zamanda bu nalet hastalıktan kayıp ettiklerimi düşündükçe, sen çok yaşa Yusuf, bu halkın senin gibi iyi insanlara ihtiyacı var.

 

 Sarıgazi

28.09.2014